9 Şubat 2013 Cumartesi

çocukken gökyüzünden geçen uçaklara el sallamaktan adam olamayanlar (bütün hikaye)

Kendilerine, “çocukken gökyüzünden geçen uçaklara el sallamaktan adam olamayanlar” diyorlardı. Herkes isme bir sözcük ekleyeceği için örgütün adını koymak kolay olmamıştı. Kimisi; isimdeki “gökyüzünden geçen” kısmının anlamsız olduğunu söylüyordu, kimisi; bazı uçakların savaşa yetişmek için hızlıca gittiğini bu yüzden sallamaya fırsat bulamadıklarını anlatıyordu, kimisi; babasının oy vermeyeceği partinin broşürlerini dağıttığı için uçağa doğru sövdüğünü hatırlatıyordu. Ama savaşlar da sövmeler de çocukluk anılarından kalmıştı. Artık ismi olan bir örgüt olduklarına göre; hücre, ev, üs, ofis gibi  bir yer gerekiyordu. Belediyeden talep etmeyi konuştular. Belediyede bürokrasi vardı, fotokopiler, soğuk damgalar, koltuğa yapışma kıvamına gelmiş memurlar vardı. İsme “uçaklara” sözcüğünü ekleyen, “belediyenin, örgüte ofis tahsis etmesini beklemek ahmaklıktır. Sandalye ve masaları onlardan isteriz”dedi. Bu öneri diğerlerine de akilce gelmişti. Masa ve sandalye alacak paraları da yoktu çünkü. Sükunet içinde umutla günlerce düşündüler. Kullanılmayacak bir inşaatı değerlendirmeye karar verdiler. Ofisteki ilk günlerini örgütün eylem planını hazırlamaya ayırdılar. Plana göre, her gün güneş batana kadar geçmişten bahsedilecek (çocuklukta kaybedilen oyunlardaki hataların tespiti, sınıf nöbeti sırasında gelişen olaylar, yıl yıl ülke ekonomisinin bayram harçlıklarına tesiri vb), güneş battıktan sonra ise, “hayal kurma ve arkadaşlarımın hayallerine ne katabilirim” oturumları yapılacaktı. Plana uyuldu ve güneş batana kadar çocukluk anılarının analizleri yapıldı. Fakat güneş batana kadar sadece, “olamayanlar”, “el” ve “geçen” sözcüklerini ekleyenler anlattığı için diğerleri anılarından bahsedemedi. “Gökyüzünden" sözcüğünü ekleyen, pilot uygulamalarda böyle aksaklıkların olabileceğini zamanla sistemin oturacağını belirtti. Herkes ona bakakaldı. "Pilot uygulama"nın anlamının ne olduğunu çoğu bilmiyordu. Anlamını bilenler ise, yaşamları boyunca o kavramı cümle içinde kullanabilecekleri bir konudan bahsetmemişti. Farkında olmadan, ona içten içe saygı duymaya başladılar.
Anılarını anlatmayanlardan birisi konuşmaya başladıktan birkaç saniye sonra ofisin duvarında el feneri ışığı gezinmeye başladı. Heyecanlandılar. Çocukluk anılarında köylerinin sokak lambasızlığı da vardı. Sokakları karanlık olan köylüler ise el feneri kullanırdı. Çocuklar ise geceleri sobanın borularında dedelerinin el fenerinin ışığını gezdirdi. Soba borusunda yaptıkları manevraların aynısını şimdi duvarda görüyorlardı. Babaannelerinin sesi yankılandı ofisin içinde. Fenerin yuvarlak ışıkları ise birden çoğaldı. Bir-iki-üç-dört... Işıklar hızlı hareket ettiği için üst üste geliyor, sayılamıyordu. Köylerindeki el fenerlerine hiç benzemediğini yüzlerine tutulunca anladılar. Yuvarlak ışıklar vücutlarını yalıyordu. Paçalarına ışık tutulan birisi, “keşke sokak lambası olsa” deyiverdi. Ofis, telsiz sesleriyle dolduğu için insan sesine yer kalmamıştı. Fenerleri tutanlar, (muhtemelen telsizler de onlardaydı. Bunlar ya polisti, ya zabıtaydı, tren şoförü, taksici yada değnekçi de olabilirlerdi) arada bir şeyler soruyorlardı ama cevaba da ihtiyaçları yokmuş gibi davranıyorlardı. Örgüt elemanları, fenerli ve telsizlilerin oturup da çocukluk anılarını ne zaman anlatmaya başlayacaklarını merak ediyordu. Tanımadıkları bir sesin “hadi dışarı” dediğini duyuldu. Herhalde, el fenerli ve telsizliler de başka bir örgüttü, ve bu ofis de onlara aitti. Yürümeye başladılar, anılarını anlatamayanlar huzursuzdu.  Anlaşılan bu civarda kendileri gibi birçok örgüt vardı. Şimdiki meseleleri bir daha diğer örgütlerle dalaşmamaktı. İdareten bir parka konuşlandılar. Örgütlerinde üye sayısı artarsa belediyenin belki ofis tahsis edebileceğini konuştular. Çoğalmak için, bir araya nasıl geldiklerini hatırlayıp aynı yöntemi uygulamayı kararlaştırdılar.
Yıllar önce örgüt üyeleri birbirinden habersiz uzak şehirlerde yaşıyorlarmış. Okulların tatil olduğu bir pazar günü üzerlerinden geçen uçağa koşarak el sallamaya kapılmışlar. Hiçbiri de farkına varmamış; önce mahallelerinden sonra ilçelerin, şehirlerinden, bölgelerinden dışarı çıkmışlar. Hepsi aynı uçağa el sallayarak koşuyormuş. Uçak havaalanına yaklaşınca hepsinin yolu böylece kesişmiş. İlk karşılaştıkları anda 12 kişilermiş. Dördü, kaybolduğunu anlayınca “anne” diye ağlamaya başlamış ve evlerini bulma umuduyla kalkan uçaklara el sallayarak tekrar koşmuş. O gün bu gündür çoğu zaman beraberlermiş. Fakat, kolektif hareket etme bilinci yeni oluşmuş.
Saatlerce gözlerini gökyüzüne dikmelerine rağmen el sallayarak peşine düşecekleri bir tane bile uçak geçmedi. Ertesi gün de parktaydılar. Farkında olmadan oraya yerleşmişlerdi. Güneş batana kadar çocukluk anılarının analizleri yapılıyor, güneş battıktan sonra ise arkadaşların hayallerine destek veriliyordu. Her şey istedikleri ve planladıkları gibi gidiyordu. Çevrelerinde anıların haricinde bir konudan bahseden kimse yoktu, park da olsa onlara ait bir yer vardı. “Uçaklara” sözcüğünü ekleyen, ilkokula giderken pazar sabahları televizyonda çıkan filmlerden bahsediyordu. O zamanlar hayatı, okul ve okulun artığı olan cumartesi-pazarları film izlemekten ibaret zannedişini anlatıyordu. Parkın güvenlik görevlisi geldi. Gündüz olduğu için kendilerini kimin kovduğunu görebiliyorlardı. Parkı terk ettiler. Acaba güvenlik görevlisi başka bir örgütten mi diye konuştular. Görevli kesin “çocukluğundan bahsetmeyenler” örgütünün üyesiydi, yoksa kendilerini niye kovsundu. Sanki kimse çocukluk anılarının konuşulmasını istemiyordu. Kendileri dışında herkesi aynı örgütten gibi görüyorlardı. Herkes çocukluğundan kaçarcasına oturduğu mahalleyi, arkadaşlarını değiştiriyordu. Şirketler, taşeron firmalar çocukken oyun oynadıkları alanlarını yıkıp yerine plazalar dikerken herkes mutlu oluyordu. Sanki şimdiki çocuklar da çocuk gibi değildi. Sokaklarda ne maçın ardından kalan taştan kaleler vardı, ne kızların çizgi oyunundan arda kalan sayılar. Tekrar üye sayılarının çok az olduğu gündeme geldi. Anılardan kaçanlar çok kalabalıktı ve kendileri sadece sekiz kişiydi. Elleri fenerliler, telsizliler, arabalılar, park güvenlikleri, hiç münasebetleri olmamıştı ama herhalde dönerciler de onlardandı. Ertesi gün, ilk uyanan diğerlerini uyandıracaktı ve hep beraber bir uçağın peşine düşeceklerdi. Uçaklara el sallayanları tespit edip örgütlerine dahil edeceklerdi. Tren istasyonunda uyudular. İstasyonun konforu çok etkileyiciydi. Geceleri burada yatmayı konuştular fakat, üye sayısı çoğalacağı için burada dikkat çekebileceklerini göz önünde bulundurdular. Sabah istasyondan çıkmak üzereyken “adam” sözcüğünü ekleyen, onlarla gitmeyeceğini, onları istasyonda bekleyeceğini söyledi. Yanlış anlaşılmamak için gerekçesini hemen ekledi, onca yıl uçaklara el sallamasına rağmen bir tanesinin bile tenezzül edip el sallamadığını o yüzden artık el sallamayacağını belirtti. Örgütleri için prensiplerin çiğnenmesi gerektiğini söyleyen arkadaşları, onun kararlı olduğunu görünce yola koyuldular.
Sesleri gelmesine rağmen uçakları bir türlü göremiyorlardı. Binalar uzundu. Muhtemelen uçaklar binaların diğer tarafından geçiyordu. Bir ara, iki bina arasındaki incecik gökyüzü manzarasından uçağın geçtiği görüldü fakat peşinden koşamadan gözden kayboldu. İstasyona geri dönmeyi önerenler oldu. Biri de, onlarca insanın şu anda uçaklara el sallayarak koştuğunu, onlarla buluşmaları gerektiğini söyledi. Bekleyip koşmaya karar verdiler. Farklı yerlerde bekledikleri vakit uçak yakalama ihtimalleri yüksekti. İki gruba ayrıldılar. Dört kişi sokağın sonundan sola dönüp kayboldu. “Gökyüzünden”, “sallamaktan” ve “geçen” kelimelerini söyleyenler aynı yerde kaldı. Yüksek bir yere çıkmaları gerekiyordu uçakları görmek için. Telefon direkleri, elektrik direkleri, kablolar, apartmanlar, bilboardlar, trafik lambaları, tabelalar... çevrelerindeki her şey onlardan yüksekteydi fakat bir tanesi bile işlerini göremiyordu. Üstlerine çıkıp geçen uçakları izlemedikten sonra yüksektekilere niçin ihtiyaç vardı? Sonunda içlerinden birisi minarenin tepesine çıktı. İçlerinden birisi öğle namazında, cemaat rûkudayken imamın ezandan sonra açık unuttuğu minare kapısından içeri dalmıştı. Ama uçaklar geçmez oldu. Umutsuzluk, ihmalden dolayı sızan radyasyon gibi hepsine bulaşmıştı. Keşke Ay Dedeyi beklemekten adam olamasaydık, diye fısıldaştılar. Ne de olsa hemen her akşam görünüyordu hatta bazen gündüzleri bile görünüyordu. Şimdi ise gelecekleri, adam olmuş insanların uçağa binmesine bağlı ve her nedense adam olmuş insanlar yaklaşık 9 saattir uçakla yolculuk etmiyordu.  Derken minarenin tepesindeki, kısa bir çığlık ve gökyüzüne doğru ani bir bay bay hareketi ile küçük karanlık kapıdan içeri girdi. Elini sallayarak camiden çıkıp, karşıdaki bahçenin duvarından atlayıp hızını arttırarak koşmaya başladı. Diğer ikisi de daha uçağı görmeden, o yöne el sallayarak onun peşine verdi. Uçak bulutların arkasına geçince yorulan ellerini değiştiriyorlardı. Diğer ekibin de acaba aynı uçağa mı el salladığını konuştular. Umdukları, diğer ekibin başka uçağın altında olmasıydı, öyle olursa el sallayan daha çok insanla karşılaşırlardı. Bazı mahallelerden geçerken el sallayan kişiler görüyorlardı fakat yaşları çok küçüktü. Belki hobi olarak sallıyorlardı. Biraz büyüyünce sallamayabilirlerdi. Hep geçiyorlardı, her şeyi geçiyorlardı. Bazen insanların hastalıklarının içinden, bazen kaygıların içinden, bazen otobüs kuyruklarının içinden, bazen koca dayağının içinden... geçiyorlardı. Örgütün üye sayısının çoğalacağını düşündükçe düğünlerde çiftetelli oynamaya çalışıp beceremeyen bıyıklı amcaları anımsatan akrobatik hareketler yapıyorlardı. Şehir içinde koşmak zevkliydi. İnsanlar bakıp gülüyorlardı, farklı sokaklardan koşup sonra tekrar buluşuyorlardı fakat dağları tırmanmak biraz meşakkatli işti, hele dağlar karlı ise imanları gevriyordu. Nihayet uçak inmeye başladı. Etraflarına bakınarak koşar oldular. Uzaklardan birilerinin koştuğunu farkettiler. Yüzlerini ve ellerini en iyi, mutluluklarını yaşarken kullanıyorlardı, kullandılar. Yaklaştıkça diğerlerinin sayıları belli oluyordu. Dört kişi gibi görünüyorlar. Hüsrana uğramamak için kendilerini zor tuttular. Koşanlar yaklaştıkça sayıları netleşti, sadece dört kişilerdi. Kendilerinin ve bu dört kişinin dışında herkes mi adam olmuştu? Dört kişiyi yüzler seçilecek mesafeye gelince tanıdılar. Bunlar, yıllar önce el sallarken karşılaştıkları kişilerdi. Evlerini bulmak için geri dönmüşlerdi. Dört kişi yine ağlamaya başladı, ama artık nedense anne demiyorlardı. Demek hala evlerini bulamamışlar, diyar diyar sürüklenmişlersi. Fakat dört kişi değiller artık, altı kişi olmuşlar, kucaklarında iki de çocuk var. Anlaşılan, koşarken samimi olup evlenmişlerdi. Doğal bir çoğalma yöntemi. O sırada üzerlerinden bir gölge geçti ve dört kişi (artık altı kişi olanlar) tekrar koşmaya başladı. Umutları hasar gören örgütün elemanları ise yorulan ayaklarını dinlendirmek için yere oturdu.

5 Şubat 2013 Salı

köyde bir kovboy


Yabancı adam bakkala girdiğinde biraz sonra kurumuş ağzını ıslatacak suyun parası elindeydi. Sakızların ve tamamı kırmızı ambalajlı olan çikolataların arkasında oturan, yabancı görmeye pek alışık olmayan meymenetsiz adam ayağa kalktı. Yabancı adam sanki bakkalın ne kadar küçük olduğunu gözler önüne sermek istercesine birkaç adımda bakkalın diğer köşesine gitti. Daha sonra bakkalın ortasında abajurun içinde kısılan sinek gibi dolanmaya başladı. Yabancı görmeye pek alışık olmayan meymenetsiz adam ise yabancıyı takip ederkenki göz hareketleriyle adeta görsel şölen sunuyordu. Yabancı adam öfke, haksızlığa uğramışlık, hüsran gibi duygularla sakızların ve kırmızı ambalajlı çikolataların önüne geçti. Meymenetsiz adam, yabancının ne bulamadığını merak ediyordu. Bakkalı birkaç adımda turlayan bir yabancının, yeni çıkan bir ürünün pazarlamacısı olma ihtimali de vardı. Yabancı, deterjanla karışmış somun ekmek kokusunu ciğerlerine doldururken bir yandan da buzdolabının sesini bastırmaya çalışırcasına elindeki bozukluklarla ses çıkarıyordu. İkisi de önce kimin konuşacağını merak ediyordu. Buzdolabının ve bozuklukların sesi olmasaydı, ucuza getirilmiş bir Western filminin kanlı çatışmalarından bir önceki sahnesine benzerdi. Yabancının konuşmak için hazırlanırken kurumuş ağzıyla çıkardığı sesler meymenetsiz adamı iğrendirdi. Yabancının ağzından çıkan sesler meymenetsiz adama, çocukken çubuklarla köpeklerin bokunun içindeki kurtlarla oynayışını hatırlatıyordu. Tam böyle olmasa da çubukla köpek bokunu karıştırdığınızda da bu sesi alabilirdiniz. Anlaşılan oyduki, yabancının ağzı, harflerden önce, insana çocukluğundaki iğrenç anıları anımsatan sesler çıkarıyordu. Yabancının, kokusuna da muhtemelen dayanılmaz olan ağzından çıkan ilk sözler; “tanrı, gözden çıkardığı bu lanet yere su da lütfetmez oldu herhalde” oldu. Meymenetsiz adam, hakkında iyi şeyler düşünmediği bir yabancının tanrıyı böyle günlük işlere karıştırmasından hiç hoşlanmadı, bunu da kaş hareketleriyle belli edecekti ki kaş dalaşına girmemek için vazgeçti. Kelimelerinde cimri davranarak, bu köyde suyun satılmadığını, çeşmeden içtiklerini belirtti. Bu sözleri duyan yabancı, hemen yola koyulacakmış gibi koltuğunun altındaki kovboy şapkasını takarak Desperado edasıyla kapıya ilerlerken “o zaman siz de bana bir çeşme gösterirsiniz, bay çeşmeden su içen” dedi. Meymenetsiz adam, kendisinin gidemeyeceğini çünkü bakkala bakacak kimsenin olmadığını söyledi. Çeşmeyi sözden daha çok el kol hareketiyle tarif etti. Meymenetsiz adam, bu Amerikan yapımı zibidiyi, borcunu daha ödemediği ürünlerle dolu bakkalından bir an önce uzaklaştırmak istiyordu. İzlediği filmler meymenetsiz adamı yanıltmıyorsa, burayı biraz sonra, birkaç altı patlar mermisiyle raflarına kan sıçramış hale getirebilirdi. Ve meymenetsiz adam, eşcinsel kovboy görünümlü bir gavurun, bakkalını kan gölüne çevirdikten sonra giderken cesedine tükürmesini istemiyordu. Yabancı adam, gölgesinin tamamının ayağının altında olduğu bir saatte tarifini tam anlayamadığı çeşmeye doğru yol almaya başladı. Meymenetsiz adam bu anda, bakkalın penceresinden sarkan cipslerin arasından, köyün çeşmesine doğru giden yabancıyı izliyordu.

28 Ocak 2013 Pazartesi

emzik


…33 yaşındaydı ve emzikle dolaşıyordu. Annesi için hala küçük bir çocuk olduğu için annesi emziği görmezlikten geliyordu. Annesi “alkolü yok, sigarası yok” diyerek çocuğunun emziğiyle gurur duyuyordu. Bir de oğlunun mürüvvetini görebilseydi , başka ne isterdi ki Allah’tan…
Kahvede çalışan çocuk tezgahın arkasından gizli gizli bakıp gülüyordu. Sigara yasağından dolayı okeyi dışarıda oynamak zorunda kalan arkadaşlarının dalga geçmek için yaptığı el kol hareketleri ise ona, camın arkasından komik geliyordu. Emmek o kadar tatlı geliyordu ki elektrik faturası kuyruğunda araya kaynayanlara da artık bir şey diyemiyordu. Kimseye hesap soramıyor, kimseye de hesap veremiyordu. İyi ki o gün yeğeninin emziğini temizlemek için ağzına almıştı. O gün bu gündür emziği ağzından bırakamıyordu. Önceden yaptığı esprilere gülmeyenler artık onu görür görmez kahkahayı basıyorlardı. İnsanlar ona güldükçe öz güveni kabarıyor, öz güveni kabardıkça emzikle olan bağı güçleniyordu. İnsanlar artık söyledikleriyle değil ağzındakiyle dalga geçiyordu. Yıllarca, yanlış söylediği kelimelerle, saçma sapan gözlemleriyle, eksik tarih bilgisiyle dalga geçilmişti. Artık emziğinden başka hiçbir şeyi aşağılanmıyordu. Herkes gibi patronu da olabildiğince kullanıyordu bu durumu. İş yerindeki aksayan bütün işleri onun üstüne atıyor, salyalarını saça saça yüzüne bağırıyordu.O artık, onun olduğu yerde yolunda gitmeyen işlerin sorumlusuydu. Otobüste arkaya doğru ilerlemeyen, cumada safları sıklaştırmayan, sinemada telefonu sessizde olmayan, kaldırıma tezgah açan, parfüm gibi biber gazı sıkan mütemadiyen oydu. Kendisi de bu halinden iğrenir olmuştu.  Bu kadar anlayışsız, pislik olacağı hiç aklına gelmezdi. İnsanlara niçin bu kadar haksız davrandığının cevabını bulamıyordu. Onunla hem dalga geçiyorlar hem de suçlu gerektiği zaman işaret parmaklarıyla onu gösteriyorlardı…

27 Ocak 2013 Pazar

deli misin, kıymet bilmezsin? (kısa film)



2012 yılında ödül alan kısa filmimiz.
yönetmenlik başka bir arkadaşa ait, senaryosu bana.

25 Ocak 2013 Cuma

Çocukken gökyüzünden geçen uçaklara el sallamaktan adam olamayanlar (3.bölüm)


O gün bu gündür çoğu zaman beraberlermiş. Fakat, kolektif hareket etme bilinci yeni oluşmuş.
Saatlerce gözlerini gökyüzüne dikmelerine rağmen el sallayarak peşine düşecekleri bir tane bile uçak geçmedi. Ertesi gün de parktaydılar. Farkında olmadan oraya yerleşmişlerdi. Güneş batana kadar çocukluk anılarının analizleri yapılıyor, güneş battıktan sonra ise arkadaşların hayallerine destek veriliyordu. Herşey istedikleri ve planladıkları gibi gidiyordu. Çevrelerinde anıların haricinde bir konudan bahseden kimse yoktu, park da olsa onlara ait bir yer vardı. “Uçaklara” sözcüğünü ekleyen, ilkokula giderken pazar sabahları televizyonda çıkan filmlerden bahsediyordu. O zamanlar hayatın, okul ve okulun artığı olan cumartesi-pazarları film izlemekten ibaret zannedişini anlatıyordu. Parkın güvenlik görevlisi geldi. Gündüz olduğu için kendilerini kimin kovduğunu görebiliyorlardı. Parkı terk ettiler. Acaba güvenlik görevlisi başka bir örgütten mi diye konuştular. Görevli kesin “çocukluğundan bahsetmeyenler” örgütünün üyesiydi, yoksa kendilerini niye kovsundu. Sanki kimse çocukluk anılarının konuşulmasını istemiyordu. Kendileri dışında herkesi aynı örgütten gibi görüyorlardı. Herkes çocukluğundan kaçarcasına oturduğu mahalleyi, arkadaşlarını değiştiriyordu. Şirketler, taşeron firmalar çocukken oyun oynadıkları alanlarını yıkıp yerine plazalar dikerken herkes mutlu oluyordu. Sanki şimdiki çocuklar da çocuk gibi değildi. Sokaklarda ne maçın ardından kalan taştan kaleler vardı, ne kızların çizgi oyunundan arda kalan sayılar. Tekrar üye sayısının çok az olduğu gündeme geldi. Anılardan kaçanlar  çok kalabalıktı ve kendileri sadece sekiz kişiydi. Elleri fenerliler, telsizliler, arabalılar, park güvenlikleri, hiç münasebetleri olmamıştı ama herhalde dönerciler de onlardandı. Ertesi gün, ilk uyanan diğerlerini uyandıracaktı ve hep beraber bir uçağın peşine düşeceklerdi. Uçaklara el sallayanları tespit edip örgütlerine dahil edeceklerdi. Tren istasyonunda uyudular. İstasyonun konforu çok etkileyiciydi. Geceleri burada yatmayı konuştular fakat, üye sayısı çoğalacağı için burada dikkat çekebileceklerini gözönünde bulundurdular. Sabah istasyondan çıkmak üzereyken “adam” sözcüğünü ekleyen, onlarla gitmeyeceğini, onları istasyonda bekleyeceğini söyledi. Yanlış anlaşılmamak için gerekçesini hemen ekledi, onca yıl uçaklara el sallamasına rağmen bir tanesinin bile tenezzül edip el sallamadığını o yüzden artık el sallamayacağını belirtti. Örgütleri için prensiplerin çiğnenmesi gerektiğini söyleyen arkadaşları, onun kararlı olduğunu görünce yola koyuldular.
Sesleri gelmesine rağmen uçakları bir türlü göremiyorlardı. Binalar uzundu. Muhtemelen uçaklar binanın diğer tarafından geçiyordu. Bir ara, iki bina arasındaki incecik gökyüzü manzarasından uçağın geçtiği görüldü fakat peşinden koşamadan gözden kayboldu. İstasyona geri dönmeyi önerenler oldu. Biri de, onlarca insanın şu anda uçaklara el sallayarak koştuğunu, onlarla buluşmaları gerektiğini söyledi. 

21 Ocak 2013 Pazartesi

saygı tüccarı


Büyüklerimin yanında ayağımı ayağımın üstüne attım güzel kardeşim. Sağ ayağımın sol ayağımın üstünde olduğunu farkeden saygı değmeyen bir ihtiyar bundan çok rahatsız oldu güzel kardeşim. Beni ağır sigara kokulu nefesi ile öğütlere gark etti. Askerlikten bahsetti, adamlıktan bahsetti, kendisinin nail olamadığı saygıdan bahsetti. Bana, haddine olmayan birkaç sözle adamlık dersi verdi güzel kardeşim. Kendimi şanslı hissetmeliydim. Herkes bu kadar boktan cümleleri ardı ardına duyamayabilirdi. Hobbesları, Rousseauları, Proudhonları, O. Atayları, T. Özlüleri hiç pişmanlık duymadan unutmuştum güzel kardeşim. Onlar da kimdi ki, yıllarca sayfa sayfa yazılarını okumama rağmen tennezzül edip de bir satırlarını bile, nefesi sigara kokan emekli ihtiyarların yanında ayak ayak üstüne atılmayacağına ayırmamışlardı. Bilgelik ile emekliliği bir arada düşündüm güzel kardeşim. Anladığım kadarıyla bilgeler emekli olmuyordu, yaşlandıkça anaforları kuvvetleniyordu. Konumuzu dağıtmayayım güzel kardeşim, akşam oturmalarında babalarından duydukları kıssadan hisseleri çay sehpasına keyifle anlatan saygısızlık avcılarının emeklikliği dört köşe yaşayışlarını gördüm. Saygısızlık avcıları tarafındanadam olmam için öğütlendim güzel kardeşim. Coğrafyamın adamı olmayı, saç ve sakal uzunluğundan ne kadar adam olup olmadığının çıkarımlarını öğrendim. Askerliğin beni ne kadar adam edeceği de bu nutkun içinde geçerdi. Ağız dolusu, devrik ve özne yüklem uyumsuzluğu spazmı geçiren cümleler sıraladıktan bir dost gibi davranmaya çalıştılar bana güzel kardeşim. Bu arada askerliğin şişirilmiş anılarına maruz kaldım güzel kardeşim. Bazen adamlığımı sorgularken babamın bu kılıksız öğütmatiklerle ortak yanını arkeolog gibi deşerdim güzel kardeşim. Evlerimiz arasında; garaj, çocuk oyun alanı, çim biçme makinesinin rahatça hareket edebileceği düzenli bir bahçe olmadığı için evlerin bitişikliği gereksizliklere dayalı ilişkiler doğuruyordu. Böyle gereksizlikler niçin hep bizi buluyordu güzel kardeşim. Yine böyle günlerden birinde adam olmam için ayağıma kadar fırsat gelmişti güzel kardeşim. Ellerime kına yakarak adam olmanın yolunu tuttum be kardeşim…

20 Ocak 2013 Pazar

vergi zehirlenmesi


“Tamaeam, . Bir kaioç saaaatt kadr keendne gelceok, geçmmş oss…”
“Aamca siiiz budra mııı sı nız, arkaaşıma bakkarak oln da bpen bi siggroa içipk geüleyym”
Bu konuşan Tarık olmalı, diğerini anlayamadım. Yatağımın solundaki duvar yok. Tavan çok yüksek, evde değilim. Tentürdiyot kokuyor burası, hastahanedeyim. Benim ne işim var hastahanede? Deprem mi oldu yoksa? Ailem gitti. Belki onlar da kurtulmuştur. Ellerimi ayaklarımı oynatamıyorum, kopmuşlar. Yok kopmamışlar, ellerim orda. Serum damlıyor. Ayaklarım da orada, çarşaf havada. Bir kadın hangırdıyor, televizyonda olmalı, kısın şu meretin sesini. Televizyonda yine evlendirme programları olduğuna göre deprem olmamış. Sigaradan mı yatıyorum yoksa? Paketin üstünde resimdeki adam da benim gibi hastahanede yatıyordu. Sigara sağlığa zararlıydı, niye içiyordum sanki. Son zamlar geldiğinde bıraksaydım keşke. Ne sigarası be, buraya nasıl geldiğini bile hatırlamıyorsun. Sigaradan bilinç mi kaybolurmuş? Arabam. Arabam gitti. Kesin kaza yaptım. Bana  çarpmış olmalılar, ben dikkatliyim çarpmam. Karşıdaki sürücü ölmüş müdür? Ne karşısı, kesin arkadan çarptı. Öldüyse ne bok yiyeceğim. İçerde asarım kendimi. Araba senin neyine? Nasıl çıkacaksın şimdi bu işin içinden? Metro evinin önünden geçiyor, atla git işte. Bayram tatilinde kazayı atlatmıştın ne güzel, keşke o zaman aklın başına gelseydi. Hem, hani benzin zammından sonra satacaktın, çok masraflı diye sızlanıyordun. İnşallah adam ölmemiştir. Ya kadınsa? Neyi değiştirir, erkekse de kadınsa da öldü işte. Kapatın şu televizyonu, reklamları bile yüksek sesli izliyorlar, ihtiyarlarla yatıyor olmalıyım. Az önce Tarık’ın sesi geliyordu sanki. Halüsinasyonmuş demek. Kimsenin haberi yoktur burada olduğumdan. Kazalarda polis arıyor hemen rehberden, birisi gelir muhakkak. Tabi ya! Arabayla gitmedim ki ben işe. Katil değilim artık.
“Selim iyi misin?”
“Tarık. Tarık ne oldu oğlum bana”
“Hiç sorma. Zehirlenmişsin, vergiden zehirlenmişsin. Gece haberleri izliyorduk, bir baktım koltuğun dibindesin. Sonra ambulansla geldik.”
“Ciddi bir şey var mıymış?”
“Korkma, pek önemli değilmiş. Doktor, bugüne kadar kimse bu sebepten ölmedi diyor. Zaten vergilere karşı kazanılmış bağışıklık oluyormuş. Birkaç güne tamamen vücudun temizlenirmiş, ama ufak ufak kasılmalar olabilirmiş. Zaten dün akşam senin gibi birkaç kişi daha zehinlenmiş.”
“Vergi zehirliyor muymuş lan? Ee ne yapacakmışım bundan sonra ödemeyecek miymişim?”
“Ödemeyle alakası yokmuş. İlk duyduğumuzda oluyormuş olan, sonra alışıyormuşuz. Senin ki dün haberlerde yeni yıl zamlarını birden duyunca olmuş”
“Ne zaman çıkacakmışım?”
“Yarın taburcu ederlermiş. Bu arada Tarık, bu tür zehirlenmeler itaat sisteminin zayıflığından oluyormuş. Doktor, sistemini geliştirsin dedi.”

kişiliksiz


Kişiliksizliğiyle dolaşıyordu ortalıkta. Bir banka kuyruğuna bakıyor, bir camide vaaz seyrediyor, bir parti başkanının konuşmasını dinliyordu. Kişiliğini nerede kaybettiğini düşünmeye başladı. Oturduğu bank az önce yağan yağmur yüzünden ıslaktı. Arka cebinde iş başvurusu yapmak için bir tanıdığının verdiği telefon numarası yazılı kağıt vardı. Önce pantolonu, sonra o kağıt, daha sonra da lastiği gevşemiş ekose desenli penye donu ıslandı. Yoldan geçen araçların ıslanmış asfalt üzerinde çıkardığı sesi hiç duymuyordu. Her yağmur yağdığında böyle sesler çıktığı için alışmış olmalıydı, herhalde o yüzden duymuyordu.
Kişiliğini nerede kaybettiğini düşünmeye devam etti . oturduğu ıslak bankın üstünde kendi kendine çocukluğuna indi. Oyun oynadığı parka bakındı, orada yoktu. Fazla geriye gitmiş olduğunu düşündü. O yaşlarda insanda kişilik olmaz ki diye söylendi. Kendini biraz büyüttü. Sınıftaki sıranın altından arkadaki kızın eteğinin altına baktı. Orada da yok gibiydi, orada olsa bile göremezdi çok karanlıktı. Babası silkelerken düşmüş müdür diye, babasından ilk dayak yediği yere gitti. Orada da yoktu. Halbuki babası çok sert vurmuştu. Muhakkak bir şeyler düşmüş olmalıydı, göz yaşlarını gördü, topladı. Kendini biraz daha büyüttü. İstediği sorudan başlayamadığı sınavların kağıtlarına göz gezdirdi. Kişiliğini onlarda da bulamadı, fakat emirleri gördü, itaati gördü, 55’ten 2 düşmesini gördü. Lisesinin koridorunun kokusu boğazına düğümlendi. Belki gelir diye, öğretmenler zili çalana kadar sınıfın kapısının önünde bekledi. Beklediği gibi kişiliği derse geç geldi. Fakat gördü ki, henüz kişiliğini kaybedecek kadar ona sahip değildi. Öğretmeni derse almayınca geri gitti. O da ardı sıra yürüdü, kişiliksizliğiyle kişiliğinin peşine düştü. Kızlar tuvaletinin orada aşık olduğu ikinci kızı gördü. Kişiliği mitoz bölündü. Bir tanesi kızın peşine düştü, bir tanesi müdürün odasına girdi, diğeri de sigara tüttürmek için tuvalete daldı. Ne halleri varsa görsünler dedi.
Partaki yaşlı kadını görünce yerini verip salıncağın yolunu tuttu.

hezimet

..Bir ampulün turuncumsu şavkında yok olup gidecek kadar çelimsiz hissediyordu kendini. Har vurup harman savurduğu sözleri ise ilkokul okuma fişi ağırlığındaydı. Durumundaki yavanlığa gem vurmaya çalışırken sigarasını filtreden yaktı. Yenisini çıkartmak için elini yaka cebine soktu, fakat paketi parmaklarının hepsini yutabilecek kadar boştu. Sigarasını hiç içilmemiş olarak kaldırımın arasında görünce tüttürme umuduyla sigarasına uzandı. Kurtaramadı, kaldırımı söktü. Birkaç dakika önce çelimsiz hissettiği kendisini bu kadar yoran kaldırım taşına verdi veriştirdi. Sinirden aklını yitirdi. Cadde üzerindeki bütün kaldırım taşlarını söküp belediyenin önüne domino taşı gibi dizdi. Çöpten kağıtları ayıklayıp tertipli olarak çuvalına dizen beyefendiden üfleyerek taşları yıkmasını diledi. Kağıt toplayıcısı yıkamadı, düzensiz ve değersiz beslenmeden olsa gerek diye homurdandı. Yoldan geçen polis ekibini çevirdi. Polis olduklarını teyit etmek için kimlik kontrolü yapmaya çalıştı. Biber gazını gözüne yakın bir yere yedikten sonra polis olduklarına kanaat getirdi. Üfleyip taşları yıkmalarını emretti. Polisler saçmalığa son vermek ve kamunun huzurunu yeniden sağlamak için bizimkini gözaltına almaya aralarında karar verdi. Fakat bizimki göz altına sığmayacak kadar özgürdü. Sağ ve sol omuzundaki meleklerin kanatlarını alıp havalandı. Anca iki sokak öteye gidebildi. İner inmez melekler huzur evine müracaat etmek için belediyenin yolunu tuttu. Meleklerin arkasından bakıp bencilliğine içerlerken üzerinden BİM kamyonu geçti. Asfaltın üzerine pestili çıktı. Maske filmindeki yeşil suratlı adam, yola pestili çıkınca kendisini kazıyabiliyordu, böyle saçma şeyler sadece filmde olur dedi. Pestil olarak birkaç gün geçirdikten sonra parçalarının araçların lastiklerine yapışıp yok olacağını hatırladı. Asfaltlarda vefat eden veya ettirilen hayvanların sonu hep böyle oluyordu. Eczanedeki kız seni bu halde görmese bari dedi asfalta yapışmış kendine…

okumaya değmeyen hikayemsi


“…Gölgeler geçiyordu. Saçlarının, dizlerindeki elinin üstünden sürtüne sürtüne geçiyorlardı. Daha önce üstünden hiç gölge geçmemişti. Yaşadıklarından anladığı kadarıyla, gölge geçilirdi. Yazın sıcağında yerden fışkırırcasına yükselen apartmanların gölgesine girdiğinde serinlerdi. Birkaç adımda biterdi gölge. Babaannesi gölgeye; kölge derdi, o da geldi aklına.
Kafasını göğe kaldırdı. Leylekler. Ne kadar da çoklardı. Onlarca saniye göğe bakakaldı. İçinden, benim göğe bakma durağım burası olsa gerek dedi. Sevgilisinin mesaj yazarkenki tuşlara basış sesine daha fazla dayanamadı. Kafası normale indi. Bir sevgilisine baktı, bir gölgelere daha sonra leyleklere. Gözleri, ağzının açıklığıyla birlikte leyleklere takılmıştı. Adeta vücuduna tazelik kazandırıyorlardı. Manavın yeşilliklere su serperek verdiği gibi gölgelerde ona dirilik veriyordu. Kızın tuşlara basma sesi, ona tahammül sınırını gösterdi. Kendi kulağına fısırdarcasına yeter dedi. Kanatlandı. Leyleklarin arasına karıştı. Aşağıda manzarası keleşti. Orada oturup denizi izlemek için bile insan olmaya değerdi. Ama iş işten geçmişti. Artık uçuyordu. Yukarıdan sevgilisine baktı, hala yazıyordu. Kendisine baktı, çektiği derin nefesle yanaklarını şişirmiş püflüyordu. Şimdi ikisini de umursayacak insanlıkta değildi. Çünkü leylekler insanları umursamazdı. Parkın üstü sıkıcıydı. Güneye doğru uçtular. Balkonlarda insanlar görüyordu. Sanki apartmanlar ağaç, balkondaki insanlarda meyvesi. Çocuklar ara sokaklarda asfaltta top oynuyor, bazı arabalar asfaltın üstünden gidiyor, muhtemelen belediyeden maaşını alamayan bazı taşeron işçiler; asfaltı delmeye çalışıyor, bazı ağaçlar canları pahasına asfalta yol veriyordu. Asfaltın üstüne sıçtı. Damda yapılmış yataklar gördü, cibinlikler gerilmişti, orada sinek çok olmalıydı. Hava akımına kapılmanın sonrasızlığını yaşıyordu. Sevgilisi ayağa kalkınca yerine oturdu…”