Anılarını anlatmayanlardan birisi konuşmaya başladıktan birkaç saniye sonra ofisin duvarında el feneri ışığı gezinmeye başladı. Heyecanlandılar. Çocukluk anılarında köylerinin sokak lambasızlığı da vardı. Sokakları karanlık olan köylüler ise el feneri kullanırdı. Çocuklar ise geceleri sobanın borularında dedelerinin el fenerinin ışığını gezdirdi. Soba borusunda yaptıkları manevraların aynısını şimdi duvarda görüyorlardı. Babaannelerinin sesi yankılandı ofisin içinde. Fenerin yuvarlak ışıkları ise birden çoğaldı. Bir-iki-üç-dört... Işıklar hızlı hareket ettiği için üst üste geliyor, sayılamıyordu. Köylerindeki el fenerlerine hiç benzemediğini yüzlerine tutulunca anladılar. Yuvarlak ışıklar vücutlarını yalıyordu. Paçalarına ışık tutulan birisi, “keşke sokak lambası olsa” deyiverdi. Ofis, telsiz sesleriyle dolduğu için insan sesine yer kalmamıştı. Fenerleri tutanlar, (muhtemelen telsizler de onlardaydı. Bunlar ya polisti, ya zabıtaydı, tren şoförü, taksici yada değnekçi de olabilirlerdi) arada bir şeyler soruyorlardı ama cevaba da ihtiyaçları yokmuş gibi davranıyorlardı. Örgüt elemanları, fenerli ve telsizlilerin oturup da çocukluk anılarını ne zaman anlatmaya başlayacaklarını merak ediyordu. Tanımadıkları bir sesin “hadi dışarı” dediğini duyuldu. Herhalde, el fenerli ve telsizliler de başka bir örgüttü, ve bu ofis de onlara aitti. Yürümeye başladılar, anılarını anlatamayanlar huzursuzdu. Anlaşılan bu civarda kendileri gibi birçok örgüt vardı. Şimdiki meseleleri bir daha diğer örgütlerle dalaşmamaktı. İdareten bir parka konuşlandılar. Örgütlerinde üye sayısı artarsa belediyenin belki ofis tahsis edebileceğini konuştular. Çoğalmak için, bir araya nasıl geldiklerini hatırlayıp aynı yöntemi uygulamayı kararlaştırdılar.
Yıllar önce örgüt üyeleri birbirinden habersiz uzak şehirlerde yaşıyorlarmış. Okulların tatil olduğu bir pazar günü üzerlerinden geçen uçağa koşarak el sallamaya kapılmışlar. Hiçbiri de farkına varmamış; önce mahallelerinden sonra ilçelerin, şehirlerinden, bölgelerinden dışarı çıkmışlar. Hepsi aynı uçağa el sallayarak koşuyormuş. Uçak havaalanına yaklaşınca hepsinin yolu böylece kesişmiş. İlk karşılaştıkları anda 12 kişilermiş. Dördü, kaybolduğunu anlayınca “anne” diye ağlamaya başlamış ve evlerini bulma umuduyla kalkan uçaklara el sallayarak tekrar koşmuş. O gün bu gündür çoğu zaman beraberlermiş. Fakat, kolektif hareket etme bilinci yeni oluşmuş.
Saatlerce gözlerini gökyüzüne dikmelerine rağmen el sallayarak peşine düşecekleri bir tane bile uçak geçmedi. Ertesi gün de parktaydılar. Farkında olmadan oraya yerleşmişlerdi. Güneş batana kadar çocukluk anılarının analizleri yapılıyor, güneş battıktan sonra ise arkadaşların hayallerine destek veriliyordu. Her şey istedikleri ve planladıkları gibi gidiyordu. Çevrelerinde anıların haricinde bir konudan bahseden kimse yoktu, park da olsa onlara ait bir yer vardı. “Uçaklara” sözcüğünü ekleyen, ilkokula giderken pazar sabahları televizyonda çıkan filmlerden bahsediyordu. O zamanlar hayatı, okul ve okulun artığı olan cumartesi-pazarları film izlemekten ibaret zannedişini anlatıyordu. Parkın güvenlik görevlisi geldi. Gündüz olduğu için kendilerini kimin kovduğunu görebiliyorlardı. Parkı terk ettiler. Acaba güvenlik görevlisi başka bir örgütten mi diye konuştular. Görevli kesin “çocukluğundan bahsetmeyenler” örgütünün üyesiydi, yoksa kendilerini niye kovsundu. Sanki kimse çocukluk anılarının konuşulmasını istemiyordu. Kendileri dışında herkesi aynı örgütten gibi görüyorlardı. Herkes çocukluğundan kaçarcasına oturduğu mahalleyi, arkadaşlarını değiştiriyordu. Şirketler, taşeron firmalar çocukken oyun oynadıkları alanlarını yıkıp yerine plazalar dikerken herkes mutlu oluyordu. Sanki şimdiki çocuklar da çocuk gibi değildi. Sokaklarda ne maçın ardından kalan taştan kaleler vardı, ne kızların çizgi oyunundan arda kalan sayılar. Tekrar üye sayılarının çok az olduğu gündeme geldi. Anılardan kaçanlar çok kalabalıktı ve kendileri sadece sekiz kişiydi. Elleri fenerliler, telsizliler, arabalılar, park güvenlikleri, hiç münasebetleri olmamıştı ama herhalde dönerciler de onlardandı. Ertesi gün, ilk uyanan diğerlerini uyandıracaktı ve hep beraber bir uçağın peşine düşeceklerdi. Uçaklara el sallayanları tespit edip örgütlerine dahil edeceklerdi. Tren istasyonunda uyudular. İstasyonun konforu çok etkileyiciydi. Geceleri burada yatmayı konuştular fakat, üye sayısı çoğalacağı için burada dikkat çekebileceklerini göz önünde bulundurdular. Sabah istasyondan çıkmak üzereyken “adam” sözcüğünü ekleyen, onlarla gitmeyeceğini, onları istasyonda bekleyeceğini söyledi. Yanlış anlaşılmamak için gerekçesini hemen ekledi, onca yıl uçaklara el sallamasına rağmen bir tanesinin bile tenezzül edip el sallamadığını o yüzden artık el sallamayacağını belirtti. Örgütleri için prensiplerin çiğnenmesi gerektiğini söyleyen arkadaşları, onun kararlı olduğunu görünce yola koyuldular.
Sesleri gelmesine rağmen uçakları bir türlü göremiyorlardı. Binalar uzundu. Muhtemelen uçaklar binaların diğer tarafından geçiyordu. Bir ara, iki bina arasındaki incecik gökyüzü manzarasından uçağın geçtiği görüldü fakat peşinden koşamadan gözden kayboldu. İstasyona geri dönmeyi önerenler oldu. Biri de, onlarca insanın şu anda uçaklara el sallayarak koştuğunu, onlarla buluşmaları gerektiğini söyledi. Bekleyip koşmaya karar verdiler. Farklı yerlerde
bekledikleri vakit uçak yakalama ihtimalleri yüksekti. İki gruba
ayrıldılar. Dört kişi sokağın sonundan sola dönüp kayboldu. “Gökyüzünden”, “sallamaktan”
ve “geçen” kelimelerini söyleyenler aynı yerde kaldı. Yüksek bir yere çıkmaları
gerekiyordu uçakları görmek için. Telefon direkleri, elektrik direkleri,
kablolar, apartmanlar, bilboardlar, trafik lambaları, tabelalar...
çevrelerindeki her şey onlardan yüksekteydi fakat bir tanesi bile işlerini
göremiyordu. Üstlerine çıkıp geçen uçakları izlemedikten sonra yüksektekilere niçin
ihtiyaç vardı? Sonunda içlerinden birisi minarenin tepesine çıktı. İçlerinden birisi öğle namazında, cemaat rûkudayken imamın ezandan sonra açık unuttuğu minare
kapısından içeri dalmıştı. Ama uçaklar geçmez oldu. Umutsuzluk, ihmalden dolayı
sızan radyasyon gibi hepsine bulaşmıştı. Keşke Ay Dedeyi beklemekten adam
olamasaydık, diye fısıldaştılar. Ne de olsa hemen her akşam görünüyordu hatta
bazen gündüzleri bile görünüyordu. Şimdi ise gelecekleri, adam olmuş insanların uçağa binmesine bağlı ve her nedense
adam olmuş insanlar yaklaşık 9 saattir uçakla yolculuk etmiyordu. Derken minarenin tepesindeki, kısa bir çığlık
ve gökyüzüne doğru ani bir bay bay hareketi ile küçük karanlık kapıdan içeri girdi. Elini sallayarak
camiden çıkıp, karşıdaki bahçenin duvarından atlayıp hızını arttırarak koşmaya
başladı. Diğer ikisi de daha uçağı görmeden, o yöne el sallayarak onun peşine
verdi. Uçak bulutların arkasına geçince yorulan ellerini değiştiriyorlardı.
Diğer ekibin de acaba aynı uçağa mı el salladığını konuştular. Umdukları, diğer ekibin başka
uçağın altında olmasıydı, öyle olursa el sallayan daha çok insanla karşılaşırlardı.
Bazı mahallelerden geçerken el sallayan kişiler görüyorlardı fakat yaşları çok
küçüktü. Belki hobi olarak sallıyorlardı. Biraz büyüyünce sallamayabilirlerdi. Hep
geçiyorlardı, her şeyi geçiyorlardı. Bazen insanların hastalıklarının içinden,
bazen kaygıların içinden, bazen otobüs kuyruklarının içinden, bazen koca
dayağının içinden... geçiyorlardı. Örgütün üye sayısının çoğalacağını
düşündükçe düğünlerde çiftetelli oynamaya çalışıp beceremeyen bıyıklı amcaları anımsatan akrobatik
hareketler yapıyorlardı. Şehir içinde koşmak zevkliydi. İnsanlar bakıp
gülüyorlardı, farklı sokaklardan koşup sonra tekrar buluşuyorlardı fakat
dağları tırmanmak biraz meşakkatli işti, hele dağlar karlı ise imanları
gevriyordu. Nihayet uçak inmeye başladı. Etraflarına bakınarak koşar oldular. Uzaklardan birilerinin koştuğunu farkettiler. Yüzlerini ve ellerini en iyi, mutluluklarını yaşarken kullanıyorlardı, kullandılar. Yaklaştıkça diğerlerinin sayıları belli oluyordu. Dört kişi gibi görünüyorlar. Hüsrana uğramamak için
kendilerini zor tuttular. Koşanlar yaklaştıkça sayıları netleşti, sadece dört kişilerdi. Kendilerinin ve
bu dört kişinin dışında herkes mi adam olmuştu? Dört kişiyi yüzler seçilecek
mesafeye gelince tanıdılar. Bunlar, yıllar önce el sallarken karşılaştıkları kişilerdi. Evlerini
bulmak için geri dönmüşlerdi. Dört kişi yine ağlamaya başladı, ama artık nedense
anne demiyorlardı. Demek hala evlerini bulamamışlar, diyar diyar sürüklenmişlersi.
Fakat dört kişi değiller artık, altı kişi olmuşlar, kucaklarında iki de çocuk
var. Anlaşılan, koşarken samimi olup evlenmişlerdi. Doğal bir çoğalma yöntemi. O sırada
üzerlerinden bir gölge geçti ve dört kişi (artık altı kişi olanlar) tekrar
koşmaya başladı. Umutları hasar gören örgütün elemanları ise yorulan ayaklarını
dinlendirmek için yere oturdu.Yıllar önce örgüt üyeleri birbirinden habersiz uzak şehirlerde yaşıyorlarmış. Okulların tatil olduğu bir pazar günü üzerlerinden geçen uçağa koşarak el sallamaya kapılmışlar. Hiçbiri de farkına varmamış; önce mahallelerinden sonra ilçelerin, şehirlerinden, bölgelerinden dışarı çıkmışlar. Hepsi aynı uçağa el sallayarak koşuyormuş. Uçak havaalanına yaklaşınca hepsinin yolu böylece kesişmiş. İlk karşılaştıkları anda 12 kişilermiş. Dördü, kaybolduğunu anlayınca “anne” diye ağlamaya başlamış ve evlerini bulma umuduyla kalkan uçaklara el sallayarak tekrar koşmuş. O gün bu gündür çoğu zaman beraberlermiş. Fakat, kolektif hareket etme bilinci yeni oluşmuş.
Saatlerce gözlerini gökyüzüne dikmelerine rağmen el sallayarak peşine düşecekleri bir tane bile uçak geçmedi. Ertesi gün de parktaydılar. Farkında olmadan oraya yerleşmişlerdi. Güneş batana kadar çocukluk anılarının analizleri yapılıyor, güneş battıktan sonra ise arkadaşların hayallerine destek veriliyordu. Her şey istedikleri ve planladıkları gibi gidiyordu. Çevrelerinde anıların haricinde bir konudan bahseden kimse yoktu, park da olsa onlara ait bir yer vardı. “Uçaklara” sözcüğünü ekleyen, ilkokula giderken pazar sabahları televizyonda çıkan filmlerden bahsediyordu. O zamanlar hayatı, okul ve okulun artığı olan cumartesi-pazarları film izlemekten ibaret zannedişini anlatıyordu. Parkın güvenlik görevlisi geldi. Gündüz olduğu için kendilerini kimin kovduğunu görebiliyorlardı. Parkı terk ettiler. Acaba güvenlik görevlisi başka bir örgütten mi diye konuştular. Görevli kesin “çocukluğundan bahsetmeyenler” örgütünün üyesiydi, yoksa kendilerini niye kovsundu. Sanki kimse çocukluk anılarının konuşulmasını istemiyordu. Kendileri dışında herkesi aynı örgütten gibi görüyorlardı. Herkes çocukluğundan kaçarcasına oturduğu mahalleyi, arkadaşlarını değiştiriyordu. Şirketler, taşeron firmalar çocukken oyun oynadıkları alanlarını yıkıp yerine plazalar dikerken herkes mutlu oluyordu. Sanki şimdiki çocuklar da çocuk gibi değildi. Sokaklarda ne maçın ardından kalan taştan kaleler vardı, ne kızların çizgi oyunundan arda kalan sayılar. Tekrar üye sayılarının çok az olduğu gündeme geldi. Anılardan kaçanlar çok kalabalıktı ve kendileri sadece sekiz kişiydi. Elleri fenerliler, telsizliler, arabalılar, park güvenlikleri, hiç münasebetleri olmamıştı ama herhalde dönerciler de onlardandı. Ertesi gün, ilk uyanan diğerlerini uyandıracaktı ve hep beraber bir uçağın peşine düşeceklerdi. Uçaklara el sallayanları tespit edip örgütlerine dahil edeceklerdi. Tren istasyonunda uyudular. İstasyonun konforu çok etkileyiciydi. Geceleri burada yatmayı konuştular fakat, üye sayısı çoğalacağı için burada dikkat çekebileceklerini göz önünde bulundurdular. Sabah istasyondan çıkmak üzereyken “adam” sözcüğünü ekleyen, onlarla gitmeyeceğini, onları istasyonda bekleyeceğini söyledi. Yanlış anlaşılmamak için gerekçesini hemen ekledi, onca yıl uçaklara el sallamasına rağmen bir tanesinin bile tenezzül edip el sallamadığını o yüzden artık el sallamayacağını belirtti. Örgütleri için prensiplerin çiğnenmesi gerektiğini söyleyen arkadaşları, onun kararlı olduğunu görünce yola koyuldular.