9 Şubat 2013 Cumartesi

çocukken gökyüzünden geçen uçaklara el sallamaktan adam olamayanlar (bütün hikaye)

Kendilerine, “çocukken gökyüzünden geçen uçaklara el sallamaktan adam olamayanlar” diyorlardı. Herkes isme bir sözcük ekleyeceği için örgütün adını koymak kolay olmamıştı. Kimisi; isimdeki “gökyüzünden geçen” kısmının anlamsız olduğunu söylüyordu, kimisi; bazı uçakların savaşa yetişmek için hızlıca gittiğini bu yüzden sallamaya fırsat bulamadıklarını anlatıyordu, kimisi; babasının oy vermeyeceği partinin broşürlerini dağıttığı için uçağa doğru sövdüğünü hatırlatıyordu. Ama savaşlar da sövmeler de çocukluk anılarından kalmıştı. Artık ismi olan bir örgüt olduklarına göre; hücre, ev, üs, ofis gibi  bir yer gerekiyordu. Belediyeden talep etmeyi konuştular. Belediyede bürokrasi vardı, fotokopiler, soğuk damgalar, koltuğa yapışma kıvamına gelmiş memurlar vardı. İsme “uçaklara” sözcüğünü ekleyen, “belediyenin, örgüte ofis tahsis etmesini beklemek ahmaklıktır. Sandalye ve masaları onlardan isteriz”dedi. Bu öneri diğerlerine de akilce gelmişti. Masa ve sandalye alacak paraları da yoktu çünkü. Sükunet içinde umutla günlerce düşündüler. Kullanılmayacak bir inşaatı değerlendirmeye karar verdiler. Ofisteki ilk günlerini örgütün eylem planını hazırlamaya ayırdılar. Plana göre, her gün güneş batana kadar geçmişten bahsedilecek (çocuklukta kaybedilen oyunlardaki hataların tespiti, sınıf nöbeti sırasında gelişen olaylar, yıl yıl ülke ekonomisinin bayram harçlıklarına tesiri vb), güneş battıktan sonra ise, “hayal kurma ve arkadaşlarımın hayallerine ne katabilirim” oturumları yapılacaktı. Plana uyuldu ve güneş batana kadar çocukluk anılarının analizleri yapıldı. Fakat güneş batana kadar sadece, “olamayanlar”, “el” ve “geçen” sözcüklerini ekleyenler anlattığı için diğerleri anılarından bahsedemedi. “Gökyüzünden" sözcüğünü ekleyen, pilot uygulamalarda böyle aksaklıkların olabileceğini zamanla sistemin oturacağını belirtti. Herkes ona bakakaldı. "Pilot uygulama"nın anlamının ne olduğunu çoğu bilmiyordu. Anlamını bilenler ise, yaşamları boyunca o kavramı cümle içinde kullanabilecekleri bir konudan bahsetmemişti. Farkında olmadan, ona içten içe saygı duymaya başladılar.
Anılarını anlatmayanlardan birisi konuşmaya başladıktan birkaç saniye sonra ofisin duvarında el feneri ışığı gezinmeye başladı. Heyecanlandılar. Çocukluk anılarında köylerinin sokak lambasızlığı da vardı. Sokakları karanlık olan köylüler ise el feneri kullanırdı. Çocuklar ise geceleri sobanın borularında dedelerinin el fenerinin ışığını gezdirdi. Soba borusunda yaptıkları manevraların aynısını şimdi duvarda görüyorlardı. Babaannelerinin sesi yankılandı ofisin içinde. Fenerin yuvarlak ışıkları ise birden çoğaldı. Bir-iki-üç-dört... Işıklar hızlı hareket ettiği için üst üste geliyor, sayılamıyordu. Köylerindeki el fenerlerine hiç benzemediğini yüzlerine tutulunca anladılar. Yuvarlak ışıklar vücutlarını yalıyordu. Paçalarına ışık tutulan birisi, “keşke sokak lambası olsa” deyiverdi. Ofis, telsiz sesleriyle dolduğu için insan sesine yer kalmamıştı. Fenerleri tutanlar, (muhtemelen telsizler de onlardaydı. Bunlar ya polisti, ya zabıtaydı, tren şoförü, taksici yada değnekçi de olabilirlerdi) arada bir şeyler soruyorlardı ama cevaba da ihtiyaçları yokmuş gibi davranıyorlardı. Örgüt elemanları, fenerli ve telsizlilerin oturup da çocukluk anılarını ne zaman anlatmaya başlayacaklarını merak ediyordu. Tanımadıkları bir sesin “hadi dışarı” dediğini duyuldu. Herhalde, el fenerli ve telsizliler de başka bir örgüttü, ve bu ofis de onlara aitti. Yürümeye başladılar, anılarını anlatamayanlar huzursuzdu.  Anlaşılan bu civarda kendileri gibi birçok örgüt vardı. Şimdiki meseleleri bir daha diğer örgütlerle dalaşmamaktı. İdareten bir parka konuşlandılar. Örgütlerinde üye sayısı artarsa belediyenin belki ofis tahsis edebileceğini konuştular. Çoğalmak için, bir araya nasıl geldiklerini hatırlayıp aynı yöntemi uygulamayı kararlaştırdılar.
Yıllar önce örgüt üyeleri birbirinden habersiz uzak şehirlerde yaşıyorlarmış. Okulların tatil olduğu bir pazar günü üzerlerinden geçen uçağa koşarak el sallamaya kapılmışlar. Hiçbiri de farkına varmamış; önce mahallelerinden sonra ilçelerin, şehirlerinden, bölgelerinden dışarı çıkmışlar. Hepsi aynı uçağa el sallayarak koşuyormuş. Uçak havaalanına yaklaşınca hepsinin yolu böylece kesişmiş. İlk karşılaştıkları anda 12 kişilermiş. Dördü, kaybolduğunu anlayınca “anne” diye ağlamaya başlamış ve evlerini bulma umuduyla kalkan uçaklara el sallayarak tekrar koşmuş. O gün bu gündür çoğu zaman beraberlermiş. Fakat, kolektif hareket etme bilinci yeni oluşmuş.
Saatlerce gözlerini gökyüzüne dikmelerine rağmen el sallayarak peşine düşecekleri bir tane bile uçak geçmedi. Ertesi gün de parktaydılar. Farkında olmadan oraya yerleşmişlerdi. Güneş batana kadar çocukluk anılarının analizleri yapılıyor, güneş battıktan sonra ise arkadaşların hayallerine destek veriliyordu. Her şey istedikleri ve planladıkları gibi gidiyordu. Çevrelerinde anıların haricinde bir konudan bahseden kimse yoktu, park da olsa onlara ait bir yer vardı. “Uçaklara” sözcüğünü ekleyen, ilkokula giderken pazar sabahları televizyonda çıkan filmlerden bahsediyordu. O zamanlar hayatı, okul ve okulun artığı olan cumartesi-pazarları film izlemekten ibaret zannedişini anlatıyordu. Parkın güvenlik görevlisi geldi. Gündüz olduğu için kendilerini kimin kovduğunu görebiliyorlardı. Parkı terk ettiler. Acaba güvenlik görevlisi başka bir örgütten mi diye konuştular. Görevli kesin “çocukluğundan bahsetmeyenler” örgütünün üyesiydi, yoksa kendilerini niye kovsundu. Sanki kimse çocukluk anılarının konuşulmasını istemiyordu. Kendileri dışında herkesi aynı örgütten gibi görüyorlardı. Herkes çocukluğundan kaçarcasına oturduğu mahalleyi, arkadaşlarını değiştiriyordu. Şirketler, taşeron firmalar çocukken oyun oynadıkları alanlarını yıkıp yerine plazalar dikerken herkes mutlu oluyordu. Sanki şimdiki çocuklar da çocuk gibi değildi. Sokaklarda ne maçın ardından kalan taştan kaleler vardı, ne kızların çizgi oyunundan arda kalan sayılar. Tekrar üye sayılarının çok az olduğu gündeme geldi. Anılardan kaçanlar çok kalabalıktı ve kendileri sadece sekiz kişiydi. Elleri fenerliler, telsizliler, arabalılar, park güvenlikleri, hiç münasebetleri olmamıştı ama herhalde dönerciler de onlardandı. Ertesi gün, ilk uyanan diğerlerini uyandıracaktı ve hep beraber bir uçağın peşine düşeceklerdi. Uçaklara el sallayanları tespit edip örgütlerine dahil edeceklerdi. Tren istasyonunda uyudular. İstasyonun konforu çok etkileyiciydi. Geceleri burada yatmayı konuştular fakat, üye sayısı çoğalacağı için burada dikkat çekebileceklerini göz önünde bulundurdular. Sabah istasyondan çıkmak üzereyken “adam” sözcüğünü ekleyen, onlarla gitmeyeceğini, onları istasyonda bekleyeceğini söyledi. Yanlış anlaşılmamak için gerekçesini hemen ekledi, onca yıl uçaklara el sallamasına rağmen bir tanesinin bile tenezzül edip el sallamadığını o yüzden artık el sallamayacağını belirtti. Örgütleri için prensiplerin çiğnenmesi gerektiğini söyleyen arkadaşları, onun kararlı olduğunu görünce yola koyuldular.
Sesleri gelmesine rağmen uçakları bir türlü göremiyorlardı. Binalar uzundu. Muhtemelen uçaklar binaların diğer tarafından geçiyordu. Bir ara, iki bina arasındaki incecik gökyüzü manzarasından uçağın geçtiği görüldü fakat peşinden koşamadan gözden kayboldu. İstasyona geri dönmeyi önerenler oldu. Biri de, onlarca insanın şu anda uçaklara el sallayarak koştuğunu, onlarla buluşmaları gerektiğini söyledi. Bekleyip koşmaya karar verdiler. Farklı yerlerde bekledikleri vakit uçak yakalama ihtimalleri yüksekti. İki gruba ayrıldılar. Dört kişi sokağın sonundan sola dönüp kayboldu. “Gökyüzünden”, “sallamaktan” ve “geçen” kelimelerini söyleyenler aynı yerde kaldı. Yüksek bir yere çıkmaları gerekiyordu uçakları görmek için. Telefon direkleri, elektrik direkleri, kablolar, apartmanlar, bilboardlar, trafik lambaları, tabelalar... çevrelerindeki her şey onlardan yüksekteydi fakat bir tanesi bile işlerini göremiyordu. Üstlerine çıkıp geçen uçakları izlemedikten sonra yüksektekilere niçin ihtiyaç vardı? Sonunda içlerinden birisi minarenin tepesine çıktı. İçlerinden birisi öğle namazında, cemaat rûkudayken imamın ezandan sonra açık unuttuğu minare kapısından içeri dalmıştı. Ama uçaklar geçmez oldu. Umutsuzluk, ihmalden dolayı sızan radyasyon gibi hepsine bulaşmıştı. Keşke Ay Dedeyi beklemekten adam olamasaydık, diye fısıldaştılar. Ne de olsa hemen her akşam görünüyordu hatta bazen gündüzleri bile görünüyordu. Şimdi ise gelecekleri, adam olmuş insanların uçağa binmesine bağlı ve her nedense adam olmuş insanlar yaklaşık 9 saattir uçakla yolculuk etmiyordu.  Derken minarenin tepesindeki, kısa bir çığlık ve gökyüzüne doğru ani bir bay bay hareketi ile küçük karanlık kapıdan içeri girdi. Elini sallayarak camiden çıkıp, karşıdaki bahçenin duvarından atlayıp hızını arttırarak koşmaya başladı. Diğer ikisi de daha uçağı görmeden, o yöne el sallayarak onun peşine verdi. Uçak bulutların arkasına geçince yorulan ellerini değiştiriyorlardı. Diğer ekibin de acaba aynı uçağa mı el salladığını konuştular. Umdukları, diğer ekibin başka uçağın altında olmasıydı, öyle olursa el sallayan daha çok insanla karşılaşırlardı. Bazı mahallelerden geçerken el sallayan kişiler görüyorlardı fakat yaşları çok küçüktü. Belki hobi olarak sallıyorlardı. Biraz büyüyünce sallamayabilirlerdi. Hep geçiyorlardı, her şeyi geçiyorlardı. Bazen insanların hastalıklarının içinden, bazen kaygıların içinden, bazen otobüs kuyruklarının içinden, bazen koca dayağının içinden... geçiyorlardı. Örgütün üye sayısının çoğalacağını düşündükçe düğünlerde çiftetelli oynamaya çalışıp beceremeyen bıyıklı amcaları anımsatan akrobatik hareketler yapıyorlardı. Şehir içinde koşmak zevkliydi. İnsanlar bakıp gülüyorlardı, farklı sokaklardan koşup sonra tekrar buluşuyorlardı fakat dağları tırmanmak biraz meşakkatli işti, hele dağlar karlı ise imanları gevriyordu. Nihayet uçak inmeye başladı. Etraflarına bakınarak koşar oldular. Uzaklardan birilerinin koştuğunu farkettiler. Yüzlerini ve ellerini en iyi, mutluluklarını yaşarken kullanıyorlardı, kullandılar. Yaklaştıkça diğerlerinin sayıları belli oluyordu. Dört kişi gibi görünüyorlar. Hüsrana uğramamak için kendilerini zor tuttular. Koşanlar yaklaştıkça sayıları netleşti, sadece dört kişilerdi. Kendilerinin ve bu dört kişinin dışında herkes mi adam olmuştu? Dört kişiyi yüzler seçilecek mesafeye gelince tanıdılar. Bunlar, yıllar önce el sallarken karşılaştıkları kişilerdi. Evlerini bulmak için geri dönmüşlerdi. Dört kişi yine ağlamaya başladı, ama artık nedense anne demiyorlardı. Demek hala evlerini bulamamışlar, diyar diyar sürüklenmişlersi. Fakat dört kişi değiller artık, altı kişi olmuşlar, kucaklarında iki de çocuk var. Anlaşılan, koşarken samimi olup evlenmişlerdi. Doğal bir çoğalma yöntemi. O sırada üzerlerinden bir gölge geçti ve dört kişi (artık altı kişi olanlar) tekrar koşmaya başladı. Umutları hasar gören örgütün elemanları ise yorulan ayaklarını dinlendirmek için yere oturdu.

2 yorum: